30 Kasım 2010 Salı

Sen'siz hiç bir şey olmaz Allah’ım!




Komşuların, dostların yardımı olmasa bile bir iş yoluna girebilir,



Ama Sen'in takdirin olmasa, o iş asla olmaz!



Sen'in aşkının yarası, şu gönlümdedir; onun başka yeri olamaz!




Yarattığın güzel eserleri görerek, aklın gözü, Sen'in mestin olmuştur!



Kudretinin, yaratma gücünün karşısında feleğin çarkı alçalmıştır!



Zevk ve neşenin kulağı da Sen'in elindedir!



Yâni, zevki ve neş’eyi de ancak Sen'in lütfunla duyarız;



Sen'siz hiç bir şey olmaz Allah’ım!




Can, Sen'in aşkınla coşar;



Gönül, Sen'in sevgi şarabınla mest olur;



Akıl, Sen'in yarattığın güzellikler karşısında şaşırır kalır!



Sen'siz hiç bir iş başa çıkmaz Allah’ım!




Mevkim, şerefim, malım mülküm hep Sen'in lütfun, ihsanındır;



Yediğim yemeği, içtiğim suyu da Sen lütfediyorsun!



Sen'siz bunların hiçbiri olmaz Allah’ım!




Bâzan vefâya doğru gidiyorsun, bâzan cefâya doğru!



Sen benimsin; nereye gidiyorsun?



Hiç kimsenin işi Sen'siz başa çıkamaz!




Sen'siz bir iş başa çıksaydı, dünyanın altı üstüne gelirdi; herşey bozulur, altüst olurdu!



Güzelliği ile dillere destan olan İrem Bağı cehennem kesilirdi!



Sen'siz hiç bir iş başa çıkmaz Allah’ım!




Dostum! Sen olmasan, Sen bana yardım etmesen, işim gücüm yıkılır gider!



Ey benim can dostum, ey benim dert ortağım;



Sen'siz hiç bir iş yürümez!




Bana, Sen'siz yaşayış da hoş değildir, Sen'siz ölüm de hoş değildir!



Gamından nasıl baş çekeyim, nasıl kurtulayım?



Sen'siz hiçbir iş başa çıkmıyor ki!..




Ey lütfuna, ihsanına dayandığım, güvendiğim Allah’ım!



Ne söylersen söyleyeyim; iyiden kötüden ayrı değil; içinde iyi de var, kötü de var!



Lütfet de Sen söyle:



Sensiz hiçbir iş yürümüyor değil mi?





HZ.MEVLÂNÂ



DİVÂN- KEBÎR

Ey Dost !...





• Ey dost! Şeker mi iyidir, yoksa şeker yapan mı; ayın güzelliği mi daha üstündür, yoksa ayı yaratanın güzelliği mi?
• Ey bağ! Sen mi daha hoşsun, sende bulunan gül bahçesi mi, gül mü hoştur? Yahut o gülleri, nergisleri şu kara topraktan meydana getiren mi daha hoştur?
• Ey akıl! Sen mi daha iyisin, bilgide, görüşte sen mi daha üstünsün, yoksa her an yüzlerce akıl, yüzlerce görüş lütf eden aziz varlık mı?
• Ey aşk! Gerçi dağınıksın, perişansın, açılıp saçılmışsın fakat, bir şey var, birisi var ki; aşka da ateşten bir kemer kuşatmış da, âşık olanları yakıp yandırmadadır!
• Ben, O'nun yüzünden kendimden geçmişim, O'nun yüzünden başım dönüyor; şaşırıp kalmışım! Bazan kolumu kanadımı yakıp yandırıyor, bazan da yeni bir baş lütf etmede, mânen yükselmem için yeni bir kanat bağışlamakta...
HZ. MEVLÂNÂ
(Dîvân-ı Kebîr )

“Beden, duvar gibidir.









“Beden, duvar gibidir.


Bu duvarın arkasında bir gönül yıkılmış kalmıştır.


Bu yıkıntı altında kalan gönlün hâlini anlatmak için dil bu sözlere başlamış.


Sen git de aşk yüzünden yıkılan varlık evinin harâbesini seyret!


Evin tavanı çökmüş, eşiğin izi bile kalmamıştır.


***


Her ne kadar o,


"Âşıklara değer vermem." derse de, inanma!


0, her âşık başına yüzlerce merhametli kişi göndermiştir.”



Hz. MEVLÂNÂ


Dîvân-ı Kebîr

Allah için vermek, büyük bir erdem. Veren el, alan elden onun için üstün.






Allah Için Vermek

Vermenin almaktan üstün olduğunu bilsek de, vermek hep zor gelir insana. Fazlaca benimsiyoruz elimizin altındakileri. Parayı, malı, mülkü, evlâdı, makamı…
Temellük ettiğimiz içindir ki, elimizden çıkmasına tahammül edemiyoruz. Hep ‘benim’ demeye alıştığımızdan, sahiplenme ve kimselere vermeme, kimselerle paylaşmama nefislerimizde ağır basıyor.
Oysaki ‘Allah için vermek’ İslâm tarihinde muhteşem örnekler ihtiva eder. Allah için verince, asıl mal Sahibine vermiş oluyoruz. Onun bize verdiklerinden kullanıyor olduğumuzu unutmamış oluyoruz.
Sahip olunan şeyler arttıkça, iş, imtihan kolaylaşıyor değil. Daha çok şeyler düşünmek ve daha çok şeylerin hesabını vermek durumu ortaya çıkıyor. Ama başarmak da bir o kadar kazanç kapısı. Çok şeyler varlıkla gerçekleşiyor günümüzde.
Çok çalıştığımız için zengin oluyor değiliz. O verdiği için, ‘varlık’ imtihanımız başlamış oluyor. Rızık çalışmakla ters orantılı.
İnsanlık tarihi boyunca, Allah için verdiğinden dolayı fakirleşmiş insan yoktur. Bize verdiği emaneti, malın Sahibi, bizden, yine bizim için satın almak istiyor. O’nun için verince bir, bine ulaşıyor böylece, belki de ebedileşiyor. Verince aslında ve gerçekte arttırıyor insan, artınca da zenginleşiyor.
Paranın, evin-barkın, malın-mülkün, çoluk-çocuğun birer emanet olduğu bilinince vermek kolaylaşıyor.
Bütün sahiplenmelerimiz bu unutkanlığın sonucudur.

Siz, veren el olunuz!

Allah için vermek, büyük bir erdem. Veren el, alan elden onun için üstün.
Vermenin neden müjdelendiğini, neden Allah’ın bir ahlâkı olduğunu bir düşünebilse idik, onca dünyevî yükü omuzlarımıza sarmazdık sanırım.
Esas bize kalanın vermediklerimiz değil, sadece verdiklerimiz olduğunu Peygamberimizden ders almaktayız. Hazret-i Ayşe, Peygamberimize, kestikleri kurbanı dağıttıklarını, sadece kendilerine bir budun kaldığını belirtir. Peygamberimiz ise; “Ya Ayşe! Bize kalan, o bir budun dışındakilerdir.” der. Peygamberimizin (asm), “Allah için, sahip olduklarınızdan neler veriyorsunuz?” hitabına; Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ebubekir’ kendilerine yakışan cevaplar veriyorlar. Servetinin üçte birini, yarısını, hepsini veren örnekler yine Asr-ı Saadetten. Verenin yolunda harcamanın kayıp olmayacağını bilen Hz. Ebubekir, sahip olduklarının hepsini vermenin hazzını yaşıyor.



29 Kasım 2010 Pazartesi

Küçük şey yoktur...



Kaybımız ve kazancımız hep küçük şeyler yüzünden olur...

Tek bir adım at! Bir adım küçük değil...En uzun yolculuğa bile bir adımla başlanır...
Sadece bir adım!Kendini bulmak için kollarında gerçeğin,bak şimdi tam zamanı...

Küçük Şey Yoktur/ Kemal URAL

Susuyorum!....





Susuyorum...
Cümlelerim küsüyor yalan dünyaya

Bekliyorum...
Sabredenlerden olmak muradıyla
...
Biliyorum...
Acıdan geçer sana gelen yollar

Ağlıyorum...
Farketmeden ben bile ve farkettirmeden kimseye

Kaçıyorum...
Seni üzecek ne varsa uzak kalbim onlara

Yürüyorum...
Melekler saf tutuyor benimle

Duruyorum...
Huzurunda secdeye ,derdimi sana açıyorum

Seviyorum...
Ve senin hoşnutluğunu diliyorum sadece

Ey Rabbim ,Gözyaşlarımda umutlarımı büyüten kalbimin tek sahibi
Hoşnutluğunu diliyorum sadece

Kalbi, Allah'ın gayrısından temizlemek her türlü ibadetten üstündür.


Kalbi, Allah'ın gayrısından temizlemek her türlü ibadetten üstündür.

14 Kasım 2010 Pazar

Kurban bir can sınavıdır. Kurban bir yakınlık sevdasıdır.






Kurban bayramı hac mevsimine denk geldi.



kurb anımızla kesişmek üzere..



“Bu sene de kurban bayramı hac mevsimine denk geldi” türünden trajikomik cehaletlerin yaşandığı ülkemizde, ne yazık ki, hac ve kurban kesme ibadetleri, bu ifadeye pratikte bir haklılık kazandıracak biçimde, kuru bir eşzamanlılık içinde uygulanır oldu. Sahiden de kurban bayramı hac mevsimine denk gelmekten öte geçemiyor gibidir.. Haccın anlamından uzakta, hacıların herbirimiz adına yaşadığı afakî ve enfüsî terbiye sürecinden habersizce gireriz Kurban Bayramının sabahına. Oysa kurban ve hacc arasında sadece bir eşzamanlılık değil, “yakınlık”ta kesişen, “yakınlaşma” üzerinde buluşan bir eşanlamlılık vardır.

Garip ki, “yakınlık” ve “yakınlaşma” bayramı olması gereken Kurban Bayramında yaşarız bu uzaklık sorununu. Ramazan’da böyle bir sorunumuz olmaz. Ramazan Bayramı sabahına orucun ruhumuzda bıraktığı izlerle geliriz. Bayramı Ramazan boyunca yaşadığımız sıkı terbiyeyi hissederek idrak ederiz. Ramazan Bayramına oruçla erişen herkes, varlık sınavının, nimet imtihanının bittiğini hisseder. Bu hissediş sayesinde, o sabah yediklerinin ve Ramazan boyunca yedirilmediklerinin kendisine ait olmadığını, herşeyin, kendisinin de ait olduğu Malikül Mülke ait olduğunu yaşayarak anlar. Bu yüzden, Ramazan Bayramına oruçsuz girenlerin ‘şeker bayramı’ yakıştırması da tutmaz. Çünkü herkes, her yerde bayramı bayram yapanın Ramazan ve oruç olduğunu bilir, hisseder.

Peki, Kurban Bayramının “orucu” nedir? Kurban Bayramının “Ramazan”ı nerdedir? Bu bayramı anlamlı kılan, bayram gününü sahiden bayrama dönüştüren geçiş nerede, kimler tarafından yaşanır? İşte burada, oruç tutmak gibi herkesin heryerde yerine getiremediği bir özel ibadetten, Ramazan ayı gibi her iklime her coğrafyaya inivermeyen bir ‘mevsim’den söz açmak gerekiyor: Hacc. Orucun aksine, aramızdan ancak bazıları, ancak belli bir coğrafyada yaşar haccı.

Kurban, haccı yaşayanların bayramıdır. İhramlanıp Arafat’ta gündüzleyen, Meş’ar’e doğru akan, Müzdelife’de geceleyen hacılar, ertesi sabah şeytan taşlar, tıraş olur ve ihramdan çıkarlar. Artık hacc tamam olmuş sayılır. Arafat’ta yaşadığı muarefe, yani Rabbiyle tanış olma sınavından geçen, Meş’ar’de gece boyu kendi içine dönüp şuurlanma sınavı veren hacı, artık bayram sabahına tıpkı Ramazan Bayramı sabahı yaşadığımız gibi bir tür çözülme ya da serbestleşme ile girer. İhramda iken tek bir kıl bile koparılmasına izin verilmezken, bir yeşil yaprağı koparması yasakken, bayram sabahı bir canı, bir hayvanı boğazlamak üzerine vacip olmuştur. Hacının ihramı, bu anlamda Ramazanın orucuna benzer. Oruçlu Ramazan Bayramına dili çözülmüş olarak girer, hacı ise Kurban Bayramına eli çözülmüş olarak girer. Kurban Bayramı sabahı, hacıdan bir önceki gün yasaklananları yapması emredilir. Kıl koparamazken tıraş olması istenir. Bir yaş yaprağı bile koparması men edilmişken kurban kesmesi istenir. Eli çözülmüştür artık. Şeytanı taşlamaya da hak kazanmıştır. Müzdelife’de yaşadığı şuurlanma sırasında toprağı kazarak topladığı taşlarla birlikte, eliyle ettiği/edeceği ne kadar kötülük varsa şeytanın yüzüne savuracaktır artık. Hacı Kurban Bayramının sabahına ferahlamış olarak girerek, sınavlarını geçmiş, engelleri aşmış olarak girer. Gün, kelimenin tam anlamıyla bayramdır artık.

Haccı yaşayanlar bu bayramı iyi bilir, iyi hisseder. Kurban kesen elin kendi nefsinin emrinde olmadığını, şeytana taş atarken eliyle ettiği şerlerin kendinden geldiğini, kestiği kurbanın ve hatta kendi kılının da kendi mülkü olmadığını bilerek eder bayramını. Öylece kurban kurban olur; Rabbine “yakınlaşma” günü olur.

Kurban bir can sınavıdır. Kurban bir yakınlık sevdasıdır. Kurban bir varlık sorunudur. Elimizdeki bıçak önce canımızın boynuna değer, varlığımızın boyutlarını keser ve Rabbimizden uzaklığımızı ölçer.

“Kurban, haccı yaşayanların bayramıdır” demiştik. “Haccı yaşayanlar” kimler, o halde? Sadece hacca gönderdiklerimiz mi? Hayır, haccın coğrafyasından uzaklarda da olsa, haccın mevsimine denk gelen günlerde yaşayan her mümin bu yakınlaşmayı yaşayabilir. Bayram öncesi ve sırasında getirdiğimiz “teşrik tekbirleri” bize hacca gönderdiklerimizin tekbir heyecanına iştirak ettirmek için olmalı. Kurban kesmekle de, hacıların içeriden yaşadığı o varlık bayramına dahil olmaya, can sınavına girmeye, mülkü Malikine teslim etme niyetine yakın olmaya çalışırız. Hem zaten hacıların orada yaşadığı da Hz. İbrahim’in[as] Rabbine yakınlaşma çabasına ve şeytandan ve nefsin iğvalarından uzaklaşma çabasına yakın olma telaşı değil midir?

Gelin görün ki, “haccı yaşama”ya olan uzaklığımız, haccı yaşamaya yakınlaşma vesilemiz olması gereken kurbanı da cehlimize kurban ediyor. Resulullah’ın [asm] sadece hacda kurban kestiğini, Kur’an’ın sadece hac yaparken kurban kesmekten söz ettiğini gerekçe göstererek, kurban kesme coşkusunu önünü kesmeye kalkanlar, önce haccın bu ülkede “yaşanılır” olmaktan çıkma nedenini görmelidir. Onarıcı bir yüreğin yapması gereken, insanları kurban kesmekten soğutmak ve uzaklaştırmak değil, insanları kurbanın anlamını kazandığı hacca ısındırmak ve yakınlaştırmak olmalıdır.

Gerçeği bir kez daha görelim. Bu ülkede, enaniyetten, makamdan ve mevkiden ve hiç olmazsa renkten ve milliyetten soyunup yalın bir mü’min olarak ümmetin içine katışmayı gerektiren haccın milliyetçiliği katılaştırır bir pratiğe dönüşmesi için elden ne geliyorsa yapılmıyor mu? Hacılar, illa türk olduklarını gösteren abartılı işaretlerle, tek tip kıyafetlerle hacca gönderiliyorsa, ümmet içinde ayrı bir unsur, ayrıcalıklı bir millet mi oluşturulmaya çalışılıyor? Bayraklı hacı gönderme ve hacı karşılama törenleri, tüm iyi niyetine rağmen, kurbanı küçümsemeye kalkanların gözüne bir sorun olarak görünmüyor mu? Hele de şu meşhur hac sonrası gurur itirafı “Müslümanlık bizdeymiş abi!” sözü, haccı “kavurma bayramı”na benzetenleri hiç mi rahatsız etmez? Peki, bir coğrafyayı boydan boya kardeşliğe boyayan kara yoluyla haccın engellenmesine ne demeli? Haccın ısrarla ve kasıtla pahalı tutulması, özel şartlarla engellenmesi sayesinde, dinde samimi olmaktan başka suçu olmayan bu halkın haccın kendisinden ve anlamından uzaklaştırılmasına ne diyorlar?

Gelin, kurbandan vazgeçmek yerine, kurbanı haccın anlamıyla anlamlandıralım. Hatırlayalım ki, bir mevsim hacca gönderdiğimiz insanlar, bu yakınlaşma telaşını dönüşte bize de bulaştırmak için gidiyor olmalıdır. Tıpkı, tüm vücudun kanının bir an için kalp ve akciğerde temizlenip tekrar vücuda dağılması gibi, haccda temizlenen ve durulaşan ümmet de İslam coğrafyasının her yanına, her noktasına, her ferdine bu yakınlığı taşırmalıdır. Yani, hacca gidenler sadece kendi adına gitmezler; o yıl manevi kan dolaşımının temizlenen kısmı olma nöbeti, kıblenin kalbine yakınlaşma sırası onlara gelmiştir o kadar. Bu temizliği ve yakınlığı dönüp bize de yaşatmak için gitmişlerdir. Ve öylece temizlenmiş olarak ve bizi de temizlemek üzere döneceklerdir.

Gelin, hacca denk gelen bu günlerde, alnımızın değdiği kıble kadar yakın, tek bir secdeyle gidip gelinecek denli yanımızdaki coğrafyalarda yaşanan bu yakınlık telaşını yakından yaşamaya gayret edelim. Haccı, hacıların gönlüne girerek yaşayalım. “Hayatını kaybeden hacı adaylarımız” haberleri yerine, hayatını haccla yeniden hayatlandıran hacı haberlerine kulak kabartalım. Bayrama, kurban bayramına öylece varalım.

Kurban kesmeyi küçümsemeye kalkanlar yanlış yerde duruyorlar. Kurbanı hafife almaya yeltenenler, eksik uygulamalar yüzünden bütün bir anlamı yok ediyorlar. Kurbanı lüzumsuz görenler, ölçüsüz bir saldırganlıkla safdil insanların hevesini kırıyorlar. Kurban kesmeyi küçümseyenlerin de, kurban kesmeyi küçümseyenlere malzeme olan safdillerin de sorunu aynı: Kurbanın anlamını Hacc’dan ayrı düşünmek. Bir diğer ifadeyle, “kurban kesmeyelim!” diyenler çoktan kesmişler kurbanlarını: Kurbanı haccdan kesmişler. Kurbanı önce cehaletlerine kurban etmişler.

Gelin, “Kurban Bayramı yine hac mevsimine denk geldi” haberine konu olmayalım artık. Meraklısı için doğru haberi de verelim: “Kurban Bayramı yine hac mevsimde derk edildi.”

Senai Demirci

11 Kasım 2010 Perşembe

Bir "Elif" Miktarı "Gül"ümse...




Hiçbir filiz kendi gölgesinden öte bir yerde ölümü tatmamıştır”



Ey gözlerime bahşedilmiş mucize,


Ey yüreğime hediye edilmiş Cennet kokusu,


Ey nefesime serpiştirilmiş bir yudum taze hayat,


Kan ter içinde susuz dudaklarıyla ve semâya dönen dualarıyla “ bir avuç deryâ’yı “ dileyen bir Haziran Cumartesi vaktinden düşüyorum sen kokan bu satırlarıVaveylâ eden bir öğle saatinde bulunduğun yerin deli rüzgarlarında düşlüyorum seniDeli esen rüzgara inat başını eğmeyen gözlerine baka baka seni sevdiğimi haykırıyorum dua dua Kulağımda yankılan Cennet şarkılarıyla yeniden huzuru doldururken seni çekiyorum içime Toprak kokan benliğimle deniz kokan türkülerin söylendiği yüreğine akıyorum Sen mavi bir deryâ, ben sana kavuşmayı arzulayan - ruhi haliyle- Leylâ Sana gelen yollarıma sunulmuş tüm engelleri teker teker aşarak sana koşuyorum Yüreğimde toprak kokusu, yüreğimde sana bir an evvel kavuşma çoşkusuHadi sevgiliKapılarını, perdelerini sonuna kadar arala Mevcudiyetinin ve geleceğinin tek idamesi / gayesi koca yürekli “ umut “ sayfalarına bir “ Elif “ miktarı “gül”ümse olmaya geliyorum Heybemde yetiştirirken her nefesine bir “ Elif “ miktarı huzuru kattığım birkaç sevda gülü ve nefesimde Cennet tahayyülü ile sana koşmaktayımYıllarca sana sakladığım yüreğimi benden emin olana “ sana “ katmaya geliyorum Yollarım sana, menzilim sanaKan ter içinde kalan Haziran ayının aksine ben “ senin gözlerinde “ yaşlanmayı diliyorumSenin mevcudiyetine idrakim tamamdır artık Gayri benliğim senin varlığında sonlansın sevgilim…Çünkü biz bir mucizenin gerçeğe en yakın halinde sevdik birbirimizi Biz ki; dallarında bir “ Elif “ miktarı huzur, köklerindeki taze umutları taşıyan gül-i râna’nın sevdaya sunulan bir avuç mutluluğuyuz


Tedavülü çoktan kalkmış bir ömrün peyderpey yeniden yaşatılması değil bizim sevdamız Bitkisel hayatta yaşayan bir bedene yeniden ömür biçmek degil yaşadıklarımız Ayrı gökyüzüne aynı gözle bakan bir sevdanın en yalın haliyiz Tümceleri sevda ile nakış edilmiş cümlenin içinde yüreği Cennet kokan bir özneyle ile bir yüklemiz Biz ki toprağın suya hasret kaldığı zaman diliminde gökten düşen - bir “ Elif “ miktarı “gül”ümse’yiz Şimdi sevme zamanı Şimdi kavuşma zamanıGökten inen nurun toprakla kavuşmasında temaşa edilen mucizenin kelimelere dökülen haliyiz biz Sen ve ben bir’izSen ve ben hep biziz Biz ki ;bir “ Elif “ miktarı huzuruz yetim ceylanlara hediye edilen Biz ki; taze gülüz nadasa bırakılmış topraklarda yeniden yeşeren Ve biz ki, birbirimizin kaderine yazılmış bir ömürlük sevdayız yıllarca kıyıda köşede delice beklenilen…


Nefesindeki hayatla soluklandığım saklı sevdam,


Sevda mucizesinin yeniden tezahür ettiği gözlerine yaşat beni Sonra da yeşil Cennetindeki gonca güllerinle sar beni…Hadi sevgili durma öyle Mavi bilyelerin cam soğukluğunda üşüyen yüreğimi sıcak şefkatinle kundakla Üzerinde ütüsüz gömleği bir de yamalı pantolonu ile sana koşan bu adamı ilkokul cağındaki örgülü saçlarıyla siyah- beyaz fotoğraflara bile renk katan yaşı küçük ama yüreği büyük o kahve gözlü kızın yüreğine alGözlerinde her gün tekrarlanan bayram sabahlarının güzelliğine kat beni Baktığın her gökyüzünde benim gülen yüzümü görebilecek kadar benimse beniBir an tıkanan hayatın içinde anlamını idrak edemediğimiz ama onsuz mevcudiyetimizi idame ettiremediğimiz nefesinle sev beni İçine çek beni Taaa ciğerlerine doldur beni Uzaklığımı unut, nefesime sokul Şah damarlarımdan bir an bile ayrılma sevgili Yoğunluktan bitap düşen yüreğimi nefesinle tazelendir Hadi el gibi sevgili durma yanımda Ne olursa olsun yaşat beni yaşadığın sevdanın en yalın zamanında Kapı zile basan kişinin aşikâr olmasına inat sen hep benden başka her şeyi unutacak kadar sev beni


Hadi sevgili Bu Cumartesi bana memleketinden güneşler topla heybeneBiraz da deli esen rüzgardan doldur eteklerineBana gelirken toz toprak koksun yüreğin… Ellerin ise huzur… Şimdi seni bekliyorum aynı gökyüzünün altında Sana kanatlanmak üzereyim Hicretim sana Yollarım sana… Menzilim sanadır


Unutmadan sevgili Gözlerimi kapattım Hani her zaman sana dediğim gibi” bir gün gözlerine bir şey olur da bir göz gerekirse karanlıklarına İşte bak yine gözlerimi sana verdim Kapattım ışıklarımı Annemin tülbentiyle perdeledim güneşi Sağım- solum karanlık mı sanıyorsun şimdi Tut ellerimi şimdi Gözlerin ışığım, adımların adımlarım olsun…Hadi gözlerimi kapattım ve kulağımda Cennet şarkılarıyla çoşarken kulağına fısıldıyorum sevgili…


“ Senden başka her şeyi unutacak kadar seviyorum seni "

………


Hep bir “ Elif “ miktarı “gül”ümse ne olur…


Çünkü; gülmek sana yakışıyor


Gülümse ne olur…


Gülümsediğin,


Bende yaşadığın,


Beni “ sende “ yaşattığın için


“ Eyvallah sevgili eyvallah…”








10 Kasım 2010 Çarşamba

Umudun Olsun Yeter.





Bazen Deriz ya İçimde Büyük Bir Sıkıntı Var…

Ne Yapacağımızı Bilemeyiz…

Bu Sıkıntıdan Nasıl Kurtulabiliriz Diye Çare Ararsınız… Bir Dost Eli Ararsınız…
Sizin İçin Çok Değerli ve Sevdiğiniz Dostlarınız Vardır… Onlar Sizi Teselli Etmeye Çalışır Ama Sıkıntınız Hala Geçmemiştir…
Sonra Derdinizle ve Sıkıntınızla Kalırsınız Tek Başınıza…

‘’ O Zaman Anlayın ki Allahu Teala Kimsesizler Kimsesidir… Anlayın ki En Hayırlı, En Vefalı Dostunuz Yüce Allah"’tır… Rabb’imizdir…

Senin Denizler Kadar Cürmün Olsa Dahi ‘’ O ‘’(Azze ve Celle)’nun hiç kimsenin İdrak Edemeyeceği Rahmeti ve Merhameti Var … Sen Rabb’ine Bir Adım Atsan ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu) Sana On Adım Atar, Sen Rabb’ine Yürüyerek Gitsen ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu) Sana Koşa Koşa Gelir… Yeter ki Rabb’ine Kul Ol, Vefalı Ol…

Bu Alemde Yalnız Değilsin… Bütün Dostların Seni Terk Etse Dahi ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu) Seni Terk Etmez… Hani Yüceler Yücesi Rabb’imiz Buyuruyor ya ‘’ Ma Veddeake Rabbüke Vema Kala ‘’ ( Rabbîn Seni Terk Etmedi ve Sana Darılmadı … Duha Süresi 3. Ayet-i Kerime) … O Vefaliların En Vefalisidir ( Azze ve Celle)…

Ey Kul… Bittim Dediğin Anda Sana Yetiştim Ya Kulum Diyen Bir Rabb’in Var… Hadi Masivayı At Gönlünden… Ellerini Aç Rabb’ine … ‘’ Kul Ma Yabeu Bikum Rabbi Lev La Duakum ‘’ ( Eğer Duanız Olmasaydı Rabbim Size Hiçbir Değer Vermezdi … Furkan Süresi … 77. Ayet-i Kerime )… Ayet-i Kerime’nin Hükmünce Şimdi Rabb’ine Yalvarma Vakti…

Bütün Kapılar Yüzüne Kapansa Dahi Dua Kapın ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu)’nun İzniyle Hep Açık… Sen Karınca Misali Rabb’ine Yönel… ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu)’na Ram Ol… O Şüphesiz ki Senin Hakkında En Hayırlı Hükmü Verir… Sen Kulluğunu Yap… Mükafatını Rabb’im’e Bırak…

Hani Bediüzzaman Hazretleri Diyor ya ‘’ Eğer ‘’ O ‘’ (Celle Celaluhu) Razı Olsa Bütün Dünya Küsse Ehemmiyeti Yok… İnsanları Değil Rabb’ine Razı Etmeye Çalış…

Ey Rabb’im Biz Acz ve Fakr Kullarını Sana Ram Olmuş, Hazret-i İsmail’in Teslimetiyle Teslim Olmuşlardan Eyle… ZAT'ına Layık Kul, HABİB'(SallAllahu Teala Aleyhi ve Sellem)'ine Layık Ümmet Eyle...
(amin)


Alıntı

Sükût..



"Payımıza sükût düştüğünden beri;

Kalbimizin sesini daha bi duyar olduk...!"





Necip Fazıl Kısakürek

Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla.




Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur. (İsra Suresi, 36)

9 Kasım 2010 Salı

Allahım! Perîşan kalbime hayat, karışmış aklıma istikâmet ver…



Allahım! Perîşan kalbime hayat, karışmış aklıma istikâmet ver

Aşk Yanmaktır...Yanıp ,yanıp kül olmaktır...






Kimsenin tam manası ile açıklayamadığı, herkes de aksinin farklı olduğu bir duygu; duyguların şahı, efendisi “aşk”…

Aklın tamamen tesirini kaybettiği sevginin adı… İkiliği ortadan kaldıran tekliğe götüren bir sevgi… Aşk birliktir; “Ben” yok aşkta, sadece “sen” var. Akılsızca sevilen kişi var. Akılsızca demem; geri zekalı bir sevgi olduğundan değil, haşa! Akılsızca demem; kim ne derse desin, kim ne öğüt verirse versin hiç birinin tesir etmediği, gönlün hiçbir zaman sevdiğinden vazgeçmediği bir hal, bir durum… Aşk, dünyalık insanların anlayamadığı, anlam veremediği belki de mantıksız bir şey, gereksiz belki de…

Mevlana’nın gönül diliyle tercüman olduğu gibi:

“Akıl, “aşkın başını, dertten kurtarayım” diye
Aldı onu karşısına, başladı öğüt vermeye
Baktı, aşık, yâr’la dolmuş, hiç boş yer yok öğüt için
Şapka çıkardı bu aşka, secde etti saygı ile”

Kişiyi insan eden bir duygu… Aşk öylesine büyük bir nimet ki hoyratça herkese verilmez. Aşk kendini sevdiğinde yok etme olayı… Öylesine önemsemek ki maşuku; algıda seçicilik derler ya hani; sadece sevdiğini, onun seçtiklerini seçer. Yol boyu yürür sadece sevdiğinin sevdiği şeyler gözüne çarpar. Onun sözleri hatırına gelir. Gözünün önünden gitmez bir süliyet… Seyreder durur.

Aşk bu dünyanın eylemi değil… Cennete ait bir eylem olduğundan olsa gerek ki dünya insanı pek kaldıramaz. Sadece cennet gönüllü insanlar anlar aşkı. Çünkü cennette kişi eşini ve dostlarını aşk boyutunda sevecek. Akıl pek işe yaramaz orada…

Mevlana’nın gönül diliyle tercüman olduğu gibi

“Bu kapının aslını, akılla anlamaya çabalayan ulema
Ehl-i gönüle kıyas, saman çöpü gibidir, harcar beyhude çaba
Bir göz ile bakarak, bin boyuttan kaçını görürsün ki a şaşkın?
Bu kapı mühürlüdür, Hakk’ın mahremi olan ehl-i gönül müstesna”

Aşk denilince akla gelen sadece gönül ve ruh olur. Gönül öylesine sever, öylesine bağlanır ki sevdiğine; gözü de odur, kulağı da odur. Maşuk bin cefa etse de aşığa kızamaz. Üzse incitse de ayrılamaz. Sevdiğine bir şey oldu mu her şey bitti zanneder. Hayat tüm anlamını kaybeder.

Çocukların anne babalarına duyduğu sevgi, aşk değildir, asla aşk olamaz… Çünkü çocuk bencildir, öyle olması da gerekir, önce can der. Önce ben sonra annem babam… Doğrusu da bu… Çünkü küçücük hayat, o yaşta başkalarında yok olmayı seçerse benliği nasıl oluşur?

Anne ve babanın evladına sevgisi aşktan daha farklı olmakla birlikte anenin evladına sevgisi gibi biraz; ama tam da değil. Hiçbir güç evladı anneden ayıramaz. Ana gönlü incedir, yufkacıktır. Kara kışa meydan okur, yel değirmenleri ile savaşır. Ölümü bile düşünmeden arabanın altına atlar da evladını alır fırlatır kaldırıma.

Gençlik yıllarında yakalanılan aşk gerçekten çok hoştur. Ağlar, gözyaşı dökerler. Bakırköy ruh ve Sinir hastalıkları hastanesinde yatan bir gençle ilgili üzücü bir olay anlatmıştı doktor arkadaşım. Delikanlı o kadar çok sever ki kızı; gecesi de o gündüzü de o… İster ailesinden vermezler. Sevdiğini başkasına verirler. Sevdiği kabul etmese de zorlarlar. İş ciddiye binince kızcağız kendini atar köprüden aşağı; sevdiği genç olmadan yaşamak anlamsızdır çünkü… Delikanlı bunu duyunca intihara teşebbüs eder. Kurtarılır, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine yatırılır. Gözetim altında tutulur. Gencin gözyaşını hiçbir hekim dindiremez. Hep şunu söyler: “Ben öldüm, her ne kadar beni görüp “bu Mehmet” deseniz yanılırsınız ben yokum artık; ben öldüm.

İşte tam da budur aşk… Dost meclisi kurulmuş sohbet ediyoruz derinden. Konu “Aşk… Herkes kendince fikir beyan ediyor. Sevdiğim bir arkadaş bana döndü. Fatma Hale Hocam dinle beni” dedi. Gönül kulağınla dinle hem de: “Köyümüzde bir kızı sevdim. Çeşme başında görürdüm, tarla dönüşü… Bazen de penceresinin önünden geçerken açıverirdi camı hissederdi geldiğimi… Gönlümüzle sözleştik, öyle derin konuşmadık. Sadece askere giderken onu bir köşede yakalayıp: “Bekle” dedim “asker dönüşü seni isteteceğim.”

Askerliğimin onuncu ayında bir mektup geldi, isteyenleri varmış,

“ne olur aileni gönder” diyor; başka kelime yok. Ne yandığını anlatır ne tutuştuğunu… Ama ben bilirim gönlünü… Çünkü ben “O”yum; o da “Ben”… Hissederim her şeyini… Çok sevince kişi sevdiği ile telsiz kulaksız konuşurmuş öğrendim ben, yaşadım onu… Aileme mektup yazıp

Sevdiğim kızı bana istemelerini söyledim. “Tamam” dediler. Bir ay sonra bir mektupla kızı ailesinin vermediğini söylediler. Şaşırdım çok kızdım. Bekledim. Sustum. Beklemenin, susmanın ne büyük bir zehir olduğunu geç öğrendim.

Üç ay sonra işi anlamak için izin alıp memlekete gittim. Davullar vuruyor, düğün alayı kurulmuş. Öğrendim ki benim yarim ellere verilmiş. Aklımı kaçıracağım zannettim. Buldum kardeşini konuştum: “Bu nedir nasıl olur?” dedim, “neden acele ettiniz?” Anam ve babam amcakızını bana uygun gördükleri için öylesine gidip, bir daha da arkasını aramayıvermişler. Köye de bir haber yayıp: “biz oğlumuza amcasının kızını isteyeceğiz” demişler. Sevdiğim kahrından, mektup yazıp da bana sormamış, içine atmış, ailesinin sözüne boyun eğmiş. Anamla babamla konuşmadım direkt asker ocağına geri döndüm. Verem oldum. Bir ay erken terhis ettiler. Aldım çantamı elime, vurdum kendimi Erzurum’dan Ankara’ya… Ama sevdiğimi hiç unutmadım. Amcam geldi yıllar sonra yanıma, konuştu ikna etti, “böyle olmaz seni everelim” dedi. Amcakızını aldım.

Arkadaşım bunları söylerken içim yandı birden; ne bileyim: “acaba evlenmese daha mı iyi olurdu; ama o da insan neden evlenmesin.” Diye geçirdim içimden… Sordum arkadaşıma: “eşini sevdin mi?” “Sevdim” dedi. “Ama aşık olmadım.” Hala da severim ama aşk başka bir şey… “Kaç çocuğunuz var” deyiverdim bir de… Beş çocukları olmuş. “O!” Dedim “çocuklar senin kalbinde, geçmiş aşkının tüm izini silmiştir.” “Yok.” Dedi. “İş bildiğin gibi değil bazen dünya hali oyalanır, çocuklarımla ilgilenir unutmuş gibi olurum. Ama tek başına kaldığımda, kimselerin olmadığı zamanlarda gönlüm ile baş başa kaldığımda gönlüm hep aynı defteri açar. Derin derin düşünür, hala özler, hasret çekerim. Herkesin yeri başka; evladın da yarin de…”

“Ama haksızlık değil mi? dedi diğer dostlar; “eşine haksızlık etmiyor musun?”

“Aklınızla hüküm vermeyin.” deyiverdim. “Gönlün kanunu yoktur. Gönül kendi derdini bilir; yaşadıklarını, çektiği acıları, gönlündeki bu fırtınadan kimsenin haberi olmaz ki ne haksızlığından bahsediyorsunuz. İkiliğin içinde yangınları bilir misiniz ki haksızlık dersiniz. Haklı kim, haksız kim, adalet nerede? Herkes kendince kaderini yaşar, sorumluluklarını yerine getirir ama gönlünün hesabını kim kime verebilir? Vermek zorunda mı? Niye versin? Gönlümün sahibi miyim ki; sahibi olmadığım mülkün hesabını bana verdirsinler. Kim ister aşk acısı çekmeyi, kim ister bu dert ile aklını kaybetmeyi? Kim bu derde müptela olmak ister? Kolay mı ki; kollarını aça aça aşkı kim çağırır da; kollarıyla ite ite aşkı uğurlasın. “Git artık istemiyorum.” desin. Kim çıkarır kalpten sevgiyi, kim yerleştirir kalbe sevgiyi, her şey kişinin elinde mi? Eğer elinde ise; senden güçlüsü yok yaşa sen, berhüdar ol, bahtiyar ol. Büyük konuşma meclisi değildir aşk meclisi. Aşkın oku yaraladı mı kişiyi tamir edeni olur mu? Tamir edeni olmayan, çaresi bulunmayan bir dert ki kim bu derdin sahibine haksızlığı sorar.”

Mevlana gönlümün diline tercüman oluverdi;

“ Hak yolcusu canlar bilir, başına gelen her şey, hep O’ndan gelmektedir
O’nun takdiri ile hep, zerreler titreşmekte, gökler yükselmektedir
Dünyayı niye suçlarsın, olayların suçu ne? Kimseye kızma sakın
Dünya kendi dönmesinden sorumlu değildir ki, emre baş eğmektedir”



“Hâl ilminde “Neden?” yoktur, “Nasıl?”, “Nerde?” sorulmaz
Dünya ilminden farklıdır, îman isbat olunmaz
Hiçbir müftü aşk hakkında fetva verememiştir
Hiçbir doğa kanununda “aşk” maddesi bulunmaz”
Sustular…

Sordum, onun gözlerinden ince ince yaşlar süzülürken: “üstat senin aşkın ilk günkü şiddetinde değildir herhalde, azıcık dinmiştir.” Arifan hali ile cevap verdi: “Hocam ızgara gördün mü bilir misin? Kömürü yakarlar, ateşli hali geçtikten sonra tüm kömürler kızıl alev topuna döner. O zaman üstünü hafif bir külle örterler. Ateşi uyumaya terk ederler. İşte minicik bir rüzgar esse, ya da kişi ızgaranın başında o külü üflese; sen o zaman seyreyle alevi; seyreyle uyuyan ateşi; seyreyle o zaman benim gönlümü…”

Bu kez hepimiz sustuk…

Mevlana’nın gönül dili halimize tercüman oldu:

“Hak yolundaki âşığa, ayak olamayan baş, bize makbul değildir

Bir gönül ki o sevdayla inlemiyor canhıraş, maşuk’a kul değildir

Demişler ki: âşık ile, maşuk’un arasına bir kıl bile sığamaz

Sığmaya kalkışanları, bir inleme kül eder, aşıka zül değildir.”

Aşk zor iş, kınanacak, basite alınacak bir iş değil. Aşk gönlü yüce insanların eylemi… Aşk kişiyi insan eden dert. Aşk kişiyi sevdiğinin kapısında köle edip, ipini sevdiğinin eline verip nereye çekerse oraya gittiği zor dert… Mevlana ne güzel söyler:

“Aşkınla döndüğüm için, bana öğüt veriyorlar
Zehir içip inleyene, şekerden bahsediyorlar
Ne tuhaftır şu insanlar, divane olan gönlümdür
“Ayağını bağlar isek, deva bulacak” diyorlar”

Gençlerdeki aşk çağımızda daha çok şehvet garnitürlü… Tensel bir hasret, tensel bir özlem tüter; aşk postunda… Sevdiğini en derin sevenler; dokunmaya kıyamayanlar. Onu nazenin bir gül gibi sevenler. Bu erdemli sevgi aşkın ta kendisi… Faydalanma esaslı aşk, aşk değil. Şehvetin allanıp pullanmış, aşk ambalajına sarılmış hali o… Dışında aşk ambalajını gören, gönlün aşkı sanır ama içi buram buram şehvet tüter. “ Sen bana gelirsen ben sana gelirim”; bu aşk değildir. “Sen gelmesen de kapında köleyim” budur aşk. “Sen beni incitirsen her şey biter, seni görmek bile istemem.” Bu da değildir aşk… Aşık bu sözleri asla söylemez. Sevgilinin cefası da makbuldür, safası da makbuldür aşkta… Mevlana ne güzel söyler:

“Ya ilâhi, beni sefil, oynak nefsime terk etme
Beni senden başkasıyla bir an bile hem-dem etme
Nefsimin hilelerinden bir tek sana sığınırım
Ben seninim her şeyimle, sen beni tekrar “ben” etme”

Aşk Züleyhadır;
yaralı kolundan akan kan “yusufum” diye yazıverir toprağa…

Aşk Mecnundur. Vermeseler de Leylayı; çöllerde maralların arasında arar. Leyla ile o kadar bütünleşir ki; kulağı Leyla, gözü Leyla, eli Leyla, sesi Leyla, her şeyi Leyla.

Sorsalar: “ sen kimsin?

Cevap verir: “ ben Leylayım.”

Aşk Hatice’dir. Bu mal, bu can, varlığım hepsi senin diyerek her şeyini yari Muhammed’e feda eden Hatice… Hıra mağarasına yıllarca çekilip, evinden elini eteğini çeken eşinin her halini anlayan: “çoluk çocuk, ben senden sorumluluklarını yerine getirmeni bekliyoruz” diye feryat etmeyen… 50 küsurlu yaşlarında eşine pişirdiği yemekleri, temiz çamaşırları mağaranın dik yamaçlarına tutuna tutuna çıkararak, iki gözü efendisini sadece koklayıp evinin yolunu tutan; dili kelam kesmeyen, gönlü sevdalı Hatice… “Malım da senin” deyip boykot zamanı her şeyini eşinin davasına feda eden; “sen mutlu isen ben de mutluyum, yeter ki yüzün gülsün yiğidim” diyen Hatice

Aşk büyük iş… Nasip işi… Aşk derdinin dermanı yok, olmamışta; sevgiliden başka… Aşk yanmaktır, kavuşsan da yanmak, kavuşmasan da… Mevlana’nın gönül dilinden dökülen sözler gibi:

“Derdimi kimseye dökemiyorum.

Bu hâlimden dolayı beni kınıyorlar.

Aldırış ettiğimi sanma.

Sadece üzülüyorum.

Anlaşılmak gibi bir derdim de yok.

Her gün onlarca yüzle karşılaşıyorum.

Ne var ki o yüzler bana tanıdık gelmiyor.

Hep seni arıyorum.

Bağda binlerce ay yüzlü güzeller var.

Güller ve misk kokulu menekşeler var

Oysa benim için senden başkası yok.”

alıntı

3 Kasım 2010 Çarşamba

'elif ' olmak...





'elif' olmak
'susmayı seversin; sükûtu seversin; sükûtu hal edinenleri seversin… '
ne güzel bir söz
elif olmak hep vurulmakmış
eif olmak o'nun sevdasıyla yanmakmış
ben elif olamıyorum
bu yüzden üşüyorum
bu yüzden sabredemiyorum
vuruluyorum hep ama 'elif' olarak vurulmak başka
'elif' olarak dayanmak başka
severim sükutu ama 'elif' olamadım bir türlü
'elif' ce susamadım
acılardan geçiyorum va acılar içimden geçiyor
ölümler yokluyor hayatımı
hüznü yüzüme yakıştıranlar seviniyor belki
ama ben 'elif' deyip geçemiyorum
ne güzelmiş 'elif' olmak
şimdilerde ne çok ihtiyacım var 'elif' olmaya
'sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “elif” olmaz adın'
demişsin
ben dünyama sonradan girenlere daha çok bağlanmışım
bu yüzden acılarım
bu yüzden bu çekilen vafasız sancılar
'elif' olmayı uzak etmişler bana
yasaklamışlar vuruluşlarımın beni 'elif' olmaya götürmesini
suretler yabancı
aynalar yalancı
içim sus
kalbim perişan
ben 'elif' olamadım